Monday, April 7, 2008

NOTORIOUS (HITCHCOCK, 1946)




Bu sabah uyandığımda Hitchcock'un gösterme ihtimali ile yaşadığım tüm filmleri alt üst ettiğini farkettim. Orson Welles ile aralarında kararsız kalmakla beraber, senaryo akışı itibari ile ilkini tercih ettim.

Bildiğiniz gibi, film noir yani kara filmler(dark cinema,günümüzde extreme de) anksiyete nöbetleri ve intikam buhranlarına gerilim, macera ve dedektiflik hikayelerinin eklendiği belki de bir genre bile sayılamayacak bölümü.

Karakterize edilmesi zor bir çeşit olmakla beraber, film noir'ın noir oluşu II. Dünya Savaşı sonrası sona eren optimistik propaganda ile Amerikan toplumunun içine düştüğü atmosfer. Savaş sırasında The Maltese Falcon, Laura, The Glass Key gibi başarılı örnekler çıksa da, siyah ve beyazın Alman Dışavurumculuğu etkisi ile birleşmesi (Ki burada Nosferatu, The Cabinet of Dr. Caligari, Dr. Mabuse'yi saymamak olmaz) 1940'lardan sonraya rastlıyor. Bu anlamda, ters açı çekimleri, karanlık ve bulanık atmosferler, ışık ve gölge oyunlarının yoğunluğu, gerilim dolu figür ve konular yoğunlaşıyor ve sevilen noir temalarına varıyoruz.

Alanın felsefesine gelince. Film noir Marksist, Varoluşçu ve Freudian biçimlerde ayrılsa da özünde karakterler suçu işlediklerinde, bir vicdani hesaplaşmayı korurlar ve çoğunlukla bu durum onların varoluşsal acılar altında ezilmeleriyle son bulur. The Big Sleep, Kiss me Deadly, Out of The Past gibi filmler bu varoluşçu kaygıyı başarıyla yansıtır.

Karakterler toplumsal olarak dışlanmış, yoksayılmış ya da hakettiğini bulamadığına inanan figürler tarafından, bir maduniyetten şekillenir. Örneğin, Double Indemnity ya da The Postman Always Rings Twice'daki femme fatale'lerimiz hayattan alıcakları intikamı (anti)kahramandan alırlar.

Favori filmlerim tabi ki klasikler, The Maltese Falcon, Double Indemnity, Sunset Boulevard ve Touch of Evil. 1950 ve 60'larda Fransız Yeni Dalgası başka bir deyişle, Jean Luc Godard, François Truffaut gibi figürlerle anılan noir, (ki Breathless, Alphaville, Shoot the Piano Player, Fahrenheit 451 gerçeği) 70'lerden sonra, postmodern olgulardan beslenmiş, psikolojik gerilim ve bilim kurgu üzerinden giden birbirine geçen iki hatta yönelmiştir. İlki çoğunlukla klasik film noir çerçevesinden beslenmiş, ikincisi ise distopik çalışmalara kaymıştır(Taxi Driver, Farewell My Lovely, Blue Velvet, Blood Simple, Natural Born Killers, Blade Runner).

Konusu hakkında yorum yapmak istemediğim Notorious'ta Cary Grant ve İngrid Bergman başrolleri paylaşıyor, başarılı senaryo, temponun belirli bir düzeyde seyretmesi, sinematografinin mükemmelliği ve siyah beyaza olan ilgim filmi seçmemde büyük rol oynadı.

Hitchcock ile ilgili en postmodernist veya modernist ve Lacanian yorumları Zizek yapıyor. Onun bakışıyla yorumlamam gerekirse, Hitchcock'un objektifi subjektife yaklaştırdığı hatta Hegelian tabirle içiçe geçirdiği filmlerden biri. Kamera daima olmazken bile varolabilen bir bakışın ürünü gibi bir üst gözlemleme yeteneğine sahip. Bu anlamda, medyanın varlığımızı her yerde ve her şeyde ontolojik olarak yeniden kanıtlaması gibi, kamera bu filmde oynayan ve izleyici arasında bir üçüncü kanıt.(Zizek bunu tabi ki, varoluşumuzdaki kapanmayan ama var da olan tarihselliğe yayılmış boşluğun(Heideggerian Dasein) bir fantazi nesnesi olduğunu göstermekte kullanıyor.)

Film sonrası uranyum konusunu ele alması nedeniyle Hitchcock'un FBI tarafından aylarca takip edilmesi de tesadüf olmasa gerek. Bir sahnede çoğu zaman olduğu gibi Hitchcock'u görebiliyoruz.

Görüşmek üzere. Sevgiler saygılar.

Tuesday, April 1, 2008

Bu Hafta

Kim baklava alıyor?

Filme yetişemeyecem herhalde ama baklavaya gelecem. :)